HAKAN GÜNDAY’IN ‘DAHA’ ROMANINDA ERKEKLİK TEMSİLLERİ

-MERSİN-
Toplumda var olan her hiyerarşik yapı, kendi iktidar düzenini de beraberinde getirir. Bu yapıların baskı biçimleri ve kullandıkları araçlar farklı olsa da iktidarın kendini meşrulaştırma yolları genellikle benzer şekilde işler. Terry Eagleton, ‘İdeoloji’ adlı kitabında bu süreci şöyle açıklar: “Kendisine yakın inanç ve değerlerin tutunmasını sağlamak; bunları doğallaştırmak; bunları evrenselleştirmek; iktidarına karşı çıkanları dışlamak; gerçeği çapraşıklaştırmak.” (Eagleton, 1991:25)
En temel hiyerarşik yapılanmanın cinsiyet olduğu düşünüldüğünde bu düzenin dayandığı fikir şudur: Kadın ve erkek farklıdır, erkek kadından daha üstün ve daha “layık”tır. Bu düşünceyi ayakta tutmak için de çoğu zaman tek tanrılı dinlerin söylemlerinden, ulusların efsanelerinden ya da destanlarından destek alınır. Bu ayrımı güçlendirmek için “doğal” ve “biyolojik” gerekçelere de başvurulur. Zamanla bu söylemler evrenselleştirilerek herkesin kabul etmesi beklenen tartışılmaz bir gerçekmiş gibi sunulur. Böylece, Eagleton’un ifadesiyle, “gerçek çapraşıklaştırılır” ve bu düzene itiraz edenler dışlanır ya da yok sayılır. Sonuçta toplumsal cinsiyet algısı tam da bu biçimde inşa edilir, çoğu zaman biyolojik farklılıklar üzerinden “yapabilirlik” söylemine dayandırılarak.
Toplumsal cinsiyetle iktidar arasındaki ilişki bu noktada daha da belirginleşir. İktidar, kendini onun üzerinden gösterir. “İktidar her zaman direkt olarak toplumsal cinsiyet ile ilgili değilse de, asli olarak ilgili olduğu alandır.” (Scott, 2007:43) İktidarın temel amacı, bireyleri farklı kategorilere ayırarak küçük gruplar halinde yönetmektir. Bu kategorilerin en temel olanıysa “kadın” ve “erkek” ayrımıdır. Diğer pek çok toplumsal sınıflandırma, bu temel ayrımdan ve bu ayrımın dayattığı rollerden beslenir. Tüm bu sınıflandırmalarda tahakküm yetkisi çoğunlukla erkeğin elindedir; çünkü bu sınıflandırmaları yapan da erkek egemen bakış açısıdır.
Bu tarihsel ve kültürel arka plan, edebiyatın da toplumsal cinsiyet temsillerinden bağımsız olamayacağını gösterir. Edebi eserler dönemin iktidar ilişkilerini, değerlerini ve normlarını da yansıtır. Cumhuriyet dönemi Türk romanında da erkeklik uzun süre boyunca ulusal kimliğin, modernleşmenin ve ahlaki düzenin temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında yazılan romanlarda karşımıza çıkan eril özne, “aydınlanmış erkek” idealiyle birleşerek hem bireysel hem de toplumsal iktidarın merkezi haline getirilmiştir. Ancak geç modern dönemde bu figür çözülmeye başlamış; erkeklik, kendi tahakkümünün ağırlığı altında çatlayan bir kimlik biçimine dönüşmüştür. Bu noktada Hakan Günday’ın ‘Daha’ romanı, erkeklik anlatısının en çarpıcı örneklerinden birini sunar. Günday, romanında sadece bireysel bir karakter portresi çizmekle kalmaz; erkekliğin nasıl öğretildiğini, yeniden üretildiğini ve iktidar mekanizmalarıyla nasıl iç içe geçtiğini gözler önüne serer. Romanın merkezinde yer alan Gazâ karakteri hem babası tarafından hem de içine doğduğu sistem tarafından erkekliğe zorlanan, daha sonra bu süreci benimseyip yeniden üreten bir figürdür. Dolayısıyla ‘Daha’, insan kaçakçılığının içine doğmuş bir çocuğun hikâyesiyle birlikte eril tahakkümün, iktidarın ve toplumsal cinsiyet rollerinin iç içe geçtiği bir dünyayı anlatır. Bu çalışma Hakan Günday’ın ‘Daha’ romanındaki erkeklik temsillerini bu perspektiften ele alarak iktidar ve tahakküm ilişkilerinin cinsiyet üzerinden nasıl kurulduğunu, bireyin bu ilişkiler içinde nasıl biçimlendiğini ve sonunda erkekliği nasıl yeniden ürettiğini incelemeyi amaçlamaktadır.

BABA-OĞUL ARASINDAKİ HEGEMONİK ERKEKLİK
Roman, “Babam bir katil olmasaydı, ben doğmayacaktım.” cümlesi ile başlar ve birkaç satır sonra “Çünkü bana sadece bir katil babalık edebilirdi.” diye devam eder. Bu çarpıcı giriş, okuru daha ilk sayfalarda baba-oğul ilişkisi üzerine düşünmeye davet eder gibidir.
R.W. Connell’in (2016) tanımıyla hegemonik erkeklik, “toplumsal cinsiyet düzeninde erkeklerin iktidarını ve ayrıcalığını yeniden üreten pratiklerin bütünü”dür. Bu düzenin içinde erkeklik, diğer erkeklik biçimleriyle sürekli bir hiyerarşi içinde var olur. ‘Daha’da baba figürü, bu hiyerarşinin tepesinde konumlanır. Kaba kuvvet, sessizlik, sürekli denetim ve korku yoluyla otoritesini kuran babanın dünyasında sevgi, yakınlık ya da duygusal paylaşım gibi kavramlara yer yoktur. Oğul Gazâ ise başlangıçta bu modele direnir. Babasının yöntemlerini, ahlakını ve ne olursa olsun “Hayatta kal!” algısını sorgular. Fakat zamanla bu düzenin dışına çıkamayacağına kendini inandırır. Babasının onayını ancak “onun gibi” olarak, yani şiddet yoluyla ve tahakküm kurarak kazanabileceğini düşünür. İnsan kaçakçılığı yapan babasının tüm kötülük biçimlerine onay verir. Böylece baba ile oğul arasındaki ilişki sevgi ve aidiyet yerine iktidarın ve korkunun belirlediği bir miras halini alır: “Meğer babam bir çırak arıyormuş kendine. Eti de, kemiği de, iliği de ona ait bir çırak. Kazancını bir yabancıyla paylaşmamak için, suç ortağı olmak istiyormuş oğluyla.” (Günday, 2022:15).
Roman boyunca Gazâ’nın babasının öğütleriyle dönüşümü, bir çocuğun “kurban” olmaktan “fail” olmaya evrilişi anlatılır. Günday, bu dönüşümü gözler önüne sererken aslında hegemonik erkeklik ideolojisinin bireyi nasıl biçimlendirdiğini de gösterir. “‘Geleceksin!’ dedi, gittim. Ben o yaz, karnemi alır almaz, bir insan kaçakçısı oldum. Dokuz yaşında… Pek farkı yoktu aslında, bir insan kaçakçısının oğlu olmaktan…” (Günday, 2022:16) Bu satırlar Gazâ’nın, babasının temsil ettiği düzenin de mirasçısı haline geldiğini gösterir. Babadan devralınan “rol”, benimsenmiş ve “normal”leştirilmiştir.
Romanın başlarında Gazâ, çocuklukla erkeklik arasında bir yerde salınır. Oyun oynaması, duygularını ifade etmesi, korkularını dile getirmesi yasaktır. Baba, sessiz ve tehditkâr tavrını bir disiplin aracı olarak kullanır. Konuşmaz, anlamaya çalışmaz; sadece buyurur. Bu şiddet tehdidi taşıyan sessizlik, söylenmeyenleri daha da ağırlaştırır. Gazâ’nın çocukluğuna yer bırakmaz, onu bir “erkek” olmaya zorlar. Akif Öztürk’ün (2012) belirttiği gibi, “eril bedenselleşmenin yeni formu yalnızca kadın ve erkek arasındaki değil, aynı zamanda erkekler arasındaki hiyerarşiyi de yeniden inşa etmektedir”. ‘Daha’da bu hiyerarşi, baba-oğul ilişkisinde açık biçimde görünür. Baba, güç kullanarak üstünlüğünü kurar; oğul, bu güce boyun eğerek erkekliği öğrenir. Zamanla Gazâ, babasından öğrendiği tahakküm biçimlerini kendi dünyasında yeniden üretir. Baba Ahad, oğlu Gazâ’ya; Gazâ göçmenlere; göçmenlerin içindeki güçsüz erkekler daha güçsüzlere şiddet uygular. Böylece erkeklik; kendi varlığını sürdürmek için sürekli tehdit ve itaat üreten bir iktidar döngüsü haline gelir.
Roman, Gazâ’nın yaşadığı dönüşüm üzerinden erkekliğin öğrenilen bir kimlik olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu kimlik öğretilen, tekrarlanan ve şiddetle sınanan bir kurgudur. Baba figürü, iktidarın küçük bir modelidir; oğul ise bu modeli içselleştirir, ona benzemeye çalıştıkça kendi insanlığından uzaklaşır. Böylece birey, farkında olmadan sistemin yeniden üreticisine dönüşür. Tıpkı Gazâ’nın, babasının suçlarını sürdürerek onun yerini alması gibi.
Gazâ’nın dönüşümünde en belirgin eşik, babasının “işine” dâhil olduğu andır. İnsan kaçakçılığı, baba için hem geçim kaynağı hem de erkekliğin kanıtıdır. Oğul içinse babasının onayına ulaşmanın tek yolu… Böylece suç, bir erkeklik ritüeline dönüşür. Gazâ, bu “iş”i yaparken babasının iktidarı altında çalışmakta ve aynı zamanda onun yerini almaya hazırlanmaktadır.
Roman ilerledikçe baba ile oğul arasındaki fark bulanıklaşır. Gazâ, babasına duyduğu öfkeyle ondan kaçmaya çalışsa da sonunda onun dilini, tepkilerini, hatta suskunluğunu bile devralır. Böylece nefret ettiği şeye dönüşür. Günday bu ilişkiyi anlatırken erkekliğin nasıl öğrenilen, tekrar edilen ve toplumun her alanında yeniden üretilen bir iktidar biçimine dönüştüğünü gösterir. Günday bu dönüşümle, erkekliğin bir tercih değil; kazanılan bir rol olduğunu, bu rolün de çoğu zaman farkında olmadan yeniden üretildiğini anlatır. Böylece ‘Daha’, baba-oğul ilişkisinin sınırlarını aşarak erkekliğin nasıl kuşaktan kuşağa aktarılan bir tahakküm biçimine dönüştüğünü etkileyici biçimde görünür kılar.

ROMANDA “KADIN”LARIN YOKLUĞU
Daha romanında erkeklik temsilleri kadar dikkat çeken bir başka unsur da “kadın”ın yokluğudur. Hakan Günday, erkekliğin nasıl üretildiğini anlatırken aynı zamanda bu üretimin kadınsız bir dünyada nasıl mümkün kılındığını da gösterir. Roman boyunca kadınlar, hikâyenin öznesi değildir. Erkeklerin iktidar alanını belirleyen sessiz figürlerdir. Bu görünmezliğin arkasında yatan toplumsal yapı, kadını özne olmaktan çıkararak bir simgeye dönüştürür. Pierre Bourdieu’nun ifadesiyle “kadınları; varlığı (esse), algılanan-varlık (percipi) olan sembolik nesneler halinde oluşturan eril tahakküm, onları daimi bir bedensel güvensizlik hatta sembolik bağımlılık halinde tutmak gibi bir etkiye sahiptir” (Bourdieu, 1998:87). Bu simgesel tahakküm biçimi, ‘Daha’da kadının hem metin içindeki hem de toplumsal düzlemdeki silinmişliğini anlamak açısından belirleyicidir.
Gazâ’nın annesi, bu silinmenin en çarpıcı örneğidir. Annesi daha Gazâ doğar doğmaz ölmüş ya da öldürülmüştür. Anneden bahsetmek, baba iktidarı tarafından yasaklanmış ve annenin varlığı, yalnızca Gazâ’nın belleğinde yankılanan bir özlemden ibaret olarak romana yansımıştır. Annenin yokluğu, babanın iktidarını güçlendiren bir unsura dönüşür. Çünkü annenin ölümüyle birlikte ev, tamamen erkeğe ait bir mekâna dönüşür.
Roman boyunca kadınlar, çoğunlukla isimsizdir. Kimlikleri yoktur, sesleri kısılmıştır. Göçmen kadınlar; pazarlık konusu edilen, satılan ya da tecavüze uğrayan bedenler olarak karşımıza çıkar. Günday, bu durumla kadın bedeninin nasıl metalaştırıldığını gözler önüne sererken erkek egemen sistemin hem ekonomik hem de cinsel tahakküm biçimlerini aynı eksende buluşturur. Kadın bedeni; erkekliğin kendini ispatladığı, sınırlarını çizdiği bir alan haline gelir. Dolayısıyla kadın, hem erkekliğin kurulma zemini hem de onun sessiz tanığıdır. ‘Daha’da kadınların var ol(ama)ma biçimi, eril düzenin görünmezliğini daha da görünür kılar. Kadının yokluğu, erkeklerin dünyasını “tamamlayan” bir eksiklik olarak işlev görür. Kadın sustukça erkek konuşur, kadın silindikçe erkek görünür olur. Lynne Segal, Fowles’tan şöyle aktarır: “Erkekler kadınları, erkek kimliklerini doğrulamak için kullanırlar.” (Segal,1992:166) Bu eril tahakküm, toplumsal cinsiyet rollerinin ne kadar köklü ve derin bir iktidar mekanizmasıyla beslendiğini gösterir. Günday, kadın karakterleri hikâyeden çıkararak aslında onların yokluğunu en yüksek perdeden duyurur. Bu yokluk, romanın sessiz ama en çarpıcı gerçeğidir: Günday; erkekliğin kendini yeniden üretme biçimlerinden birinin, kadın varlığının bastırılması ya da görünmez kılınmasıyla mümkün olduğunu ima eder gibidir.
KAYNAKÇA:
– Bourdieu, P. (1998). ‘Eril Tahakküm’ (B. Yılmaz, Çev.). İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
– Eagleton, T. (1996). ‘İdeoloji’ (M. Özcan, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
– Günday, H. (2022). ‘Daha’. İstanbul: Doğan Kitap.
– Öztürk, A. (2012). “Eril Bedenselleşme: Hegemonik Erkek Bedeninin İnşası”. FLSF Dergisi, 13, 39–53.
– Segal, L. (1992). ‘Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler’ (F. Sayılan, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
– Scott, J. W. (2007). ‘Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi’ (A. T. Kılıç, Çev.). İstanbul: Agora Kitaplığı.

